22 Ocak 2015 Perşembe

Fethi Heper - Futbolun Profesörü

O dönemi yaşayanlar zaten bilir ama bugünün gençleri için bir kez daha hatırlatalım. Trabzonspor yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren üst üste şampiyonluklar kazanmadan önce İstanbul’un üç büyüklerine karşı Anadolu’da ilk kafa tutan takım Eskişehirspor’du. Bu işi öyle “ileri götürdüler” ki 1969-75 arası ligi üç kez ikinci, iki kez üçüncü, iki kez de dördüncü bitirdiler. Seyircisi, amigosu, yöneticisi ve oyuncularıyla o güne dek görülmedik bir futbol kültürü yaratan takımın unutulmaz isimlerinden biri de gol krallığı unvanını iki kez kazanan Fethi Heper’di.



Bilindiği gibi futbol oynadığı yıllarda bir yandan da üniversite tahsili yapan Fethi Heper akademik kariyerine devam ederek Türkiye’nin profesör olan ilk futbolcusu unvanını kazandı. Bildiğimiz kadarıyla bu unvanına ortak olan başka futbolcu da çıkmadı. Fethi Hoca’yla Eskişehir Anadolu Üniversitesi İİBF’deki odasında konuştuk. Son derece keyifli bu sohbette zamanımızın kısıtlı olması nedeniyle Fethi Heper’in hayat hikâyesine, özellikle çocukluk ve gençlik yıllarına ağırlık verdik. Araya yine fazla girmeden aktarıyoruz:


“1944’te Eskişehir’de doğdum. Beş kardeşin en küçüğüydüm. Osman Abim, Beytullah Abim hepsi futbolcuydu. En büyük abim Niyazi Heper Almanya’da doktora yapmıştı. 1962’de otuz altı yaşında vefat etti. Biz diğerleri futbolcuyduk. Bizim sülale futbolcuydu zaten. Babamın manifatura dükkânı vardı. Bizim dükkân futbol konuşulan yerdi. Babam olduğu zaman onun ahbapları gelirdi. Dini muhabbet yaparlardı. Babam gittikten sonra futbol muhabbeti yapılırdı. Babam da severdi futbolu, daha doğrusu karşı gelmezdi. Biz o yönden şanslıydık.”

Eskişehir Koleji yılları. Fethi Heper alt sırada sağdan ikinci.

Eskişehir Kolejinde okudum ben. Kolejde futbol yoktu, yasaktı. Basketbol, voleybol oynanırdı. Sonraları futbol girdi. Üç-beş tane futbolcu vardı, geri kalanlar figürandı. Lisedeyken bir burs kazanıp Amerika’ya gitmiştim. Bir yıl San Fransisco’da kaldım. Orada bir İspanyol takımında oynadım. Koloniler arasında maçların yapıldığı gayri federe bir lig vardı. Bir maçta 7-0 mağluptuk. Ayakkabım yoktu, keten ayakkabıyla oynuyordum. O maçta sekiz tane gol attım. Koloni başkanı kulüp başkanlığı da yapıyordu. Beni oraya getirip götüren hocaya bir 10 dolar para verdi. Ertesi gün San Fransisco’ya gidip, altındaki kramponları değişen bir ayakkabı aldık. Geldiğim zaman ayakkabıyı boynuma takıp burada futbol oynayan bütün insanlara gösterdim, hayretler içinde baktılar. O zaman herkes Dinyakos türü ayakkabılar giyerdi. Benim o ayakkabılar çok büyük hava yaratmıştı.”


“1961 yılında Türkiye’ye döndüm. Lise son sınıfı burada okudum. O yıl genç milli oldum. Romanya’da bir ay süren turnuva vardı. Rahmetli abim oraya göndermedi. ‘Önce okulunu bitir, ondan sonra futbol,’ dedi. İyi de olmuş göndermediği, okulu bitirdik. O yıl abim vefat edince, Ankara’ya ODTÜ’ye kaçtım çünkü ortam durulacak gibi değildi. Annem felaket ağlıyordu. Daha önce üç tane çocuğu altı-yedi aylıkken ölmüş. Abim ilk yaşayan çocuğu olduğu için bütün sevgisini ona akıtmış. Abim de çok düşkündü anneme. Bir yıl Ankara’da okudum, sonra Eskişehir’e dönüp Akademi’ye girdim. O sırada Gençlik Kulübü vardı, on sekiz yaşındayken bu kulüpte lisans çıkartmıştım. Ankara’da okurken orada oynuyordum.  Hafta sonları geliyordum, maçı oynayıp Pazar akşamı dönüyordum. 7,5 lira para veriyorlardı bilet parası olarak. Üçüncü mevki trenle Ankara’ya gidip geliyordum.”

1972'de Altay'ı yenerek Başbakanlık Kupasını kazanan
Eskişehirspor kaptanı Fethi Heper dönemin
başbakanı Ferit Melen'den kupayı alırken.
“Gençlik Kulübü bizim kulüp gibiydi. Başkan Zeynel Karagöz halamın oğluydu. Kırklı yıllarda Türkiye şampiyonu olan Eskişehir Demispor’da futbol oynamış, muhteşem bir futbolcuydu. Ben onun bir frikik golünü gördüm, olmaz böyle şey, kırk beş metreden. Kış aylarında forma giymezdi, dik yakalı kırmızı kazağı vardı. Hiçbir hakemin de ona itiraz etmesi mümkün değildi. Gençlik Kulübünün genel kaptanı da dayımdı. Yönetim kurulu üyeleri halaoğulları ve ağabeyimdi. Oyuncular aynı, ağabeylerim ve çarşı esnafından oluşuyordu.  O zamanlar Eskişehir’in amatör liginde Demirspor, Şekerspor ve Havagücü vardı. Bunlar üç tane müessese takımıydı. Kara Harp Okulu da vardı, o daha sonra İzmir’e nakledildi. Bu üç takım gerçekten muhteşem takımlardı. Demirspor ve Şekerspor futbolcularına kadro verir, iyi de maaş bağlardı. Dolayısıyla herkes o iki takıma girmek için elinden gelen en iyi performansı göstermeye gayret ederdi. Havagücü de bir futbolcu asker olduğu zaman nereye giderse gitsin buraya getiriyordu. Dolayısıyla üç takım çok kuvvetliydi. Bunlar Eskişehir’in üç büyükleriydi. Diğerleri figüran takımlar, mahalle takımlarıydı. Haftada iki gün antrenman yaparlarsa yaparlardı. Ama öbürleri devamlı antrenmanlı kulüplerdi.”

Şeker Stadında Eskişehirspor'un sahaya ilk kez çıktığı Gençlerbirliği
maçının başlama vuruşunu başkan Aziz Bolel yaparken.
“Eskiden çamaşır makinesi nerede. Eskişehir bölgede çalışan bir kadıncağız vardı. Kirli malzemeleri onun evine götürürdük. Kadın onları yıkar, aklar paklardı. Biz antrenman günü abimle malzemeleri alır Şeker Stadına götürürdük. Anlayacağınız futbola malzemecilikle başladık. Sonra kale arkasında gelen toplara vururduk. Sonra çift kale maçlarda yirmi ikinci futbolcunun gelmemesini beklemeye başladık. 20 liraya yeni bir ayakkabı yaptırmıştım. Çok da güzel bir ayakkabıydı. O zaman için çok büyük paraydı, daha talebeydim. Gelmezler diye aldım yanıma gittim. Bir baktım, maçın başlamasına beş dakika kala bir tane adam geldi. Yusuf’tu, adını bile hiç unutmuyorum. Ayakkabısı da yokmuş, benim ayakkabıyı aldı. Maç esnasında bir de yırttı. Parayı da vermedi. O yepyeni ayakkabıya içim nasıl parçalanmıştı, anlatamam. Otuz sene sonra gördüm, istedim. Parayı yine vermedi (gülüyor).”


“Haftada 5 lira harçlık alıyordum. Harçlıkları biriktirerek almıştım o ayakkabıyı. Bir Çingene Hasan abimiz vardı Egespor’da. Ben Gençlik Kulübünden önce gayri federe Egespor’da oynamıştım. Bizim arka mahallenin takımıydı. Bu Hasan kunduracı, ayakkabı tamircisiydi ama futbolcudan çok iyi anlardı. Eskişehir’de onun gibi üç-dört tane kaliteli adam vardı futbolcu keşfeden. Bu Çingene Hasan bir, Canboy vardı ikinci olarak, üçüncü sinemacı Arnavut rahmetli Ramiz Aga vardı, bir de Abdürrahim Cef. Bu dört kişi adamın gözüne baktığı zaman futbolcu olup olmayacağını anlayan tiplerdi. Hasan da bizim Egespor’un idarecilerindendi. Ona vermiştim 20 lira ayakkabı yapması için, o da giyemeden gitti. Bir kere giysem belki bu kadar üzülmeyecektim. Ondan sonra ayakkabımı bir daha kimseye vermedim.”


“Zannedersem 1958 yılıydı. Eskişehir Kolejinde yatılı okuyorduk. Cumartesi günleri evci çıkardık. Pazar sabahı annem saat sekiz buçukta ekmek almaya gönderirdi. Bisiklete bindim. Yüz, yüz elli metre kadar gittim. Buraya kadar gelmişken şu Egespor’da ne var ne yok bir bakayım dedim. Beni görünce, ‘Ooo, iyi ki geldin, saat 9’da maç var,’ dediler. 9’da maçı oynadık, 11’de başka bir takım geldi onlarla oynadık, 1’de başka bir takım geldi onlarla da maç yaptık. Annem hâlâ ekmek bekliyor! Saat 3 buçukta eve gelmiştim. O zaman da hep forvet oynardım. Başlarda kalecilik de yapmıştım ama bir maçta parmağım döndü, ondan sonra vazgeçtim.”

İlk Eskişehirspor kadrolarından biri. Ayaktakiler: Agop Mehmet,
İsmail, ?,Ünver, Fethi, Nihat, Muzaffer, Hakkı.
Oturanlar: Hasan, Abdurrahman, Kamuran.
                                                                                       (Ünver Şeren albümü)

Sıra Eskişehirspor’un kuruluşuna gelince Fethi Hoca o günleri de ayrıntısıyla anlatıyor:

“Gençlik Kulübü iyi bir takımdı. Ligi hep üçüncü veya dördüncü bitirirdik. Dayımın oğlu Bilgin Şekerspor’da oynuyordu. O sene Akademi Kulübü kuruldu ve ikinci lige girdi. Bizim Şeker Stadında iki tane saha vardı: bir ön saha, bir de arka saha. Arka sahada ikinci lig takımları, ön sahada birinci lig takımları oynardı. Biz Bilgin’le maçları tamamladık, arka sahaya geçtik. O gün de Akademi’nin Çağlarspor ile maçı vardı. Kulübün kurucusu Orhan Oğuz geldi. Yanında İlhan Cemalcılar, Ercan Güven,  Akar Öcal – bütün asistanlar, doktorlar maçı seyrediyorlar. Biz de yanlarına oturduk. 13-0 mı, 15-0 mı ne mağlup oldular. Orhan Hoca futbolu bilmiyor tabii, bize döndü, ‘Haftaya ikiniz bu takımda oynuyorsunuz,’ dedi. ‘Hocam ancak seneye oynayabiliriz,’ diye zor anlattık durumu. Ertesi yıl Akademi ile Gençlik kulüpleri birleşip Akademi Gençlik adını aldı. İşte o yıl Demirspor ile şampiyonluğa oynadık. Bir puanla şampiyonluğu kaybettik. İyi ki kaybetmişiz. Kaybetmeseydik, Türkiye bölgeler arası müsabakalarına katılacaktık, belki Eskişehirspor da olmayacaktı.”

                                                                                                 (İstikbal gazetesi)
Eskişehirspor'un ilk kadrosunda birlikte oynayan Fethi Heper ve Ünver Şeren
(ayakta soldan ikinci ve üçüncü), Akademi takımı formasıyla.
                                                                                        (Ünver Şeren albümü )
“Akademi takımı aynı zamanda üniversiteler arası şölenlere katılıyordu. İlk kez 1964 yılında Konya’da şampiyon olduk. Ertesi yıl, 1965’te İzmir’e gittik. İlk maçta Ege Üniversitesi’ni 6-0 yendik ki çok güçlü bir takımdı. Ertesi gün Özel Şişli Akademisiyle maçımız vardı. Bizi çapulcu gibi gördüler, maçtan önce beş gösterdiler, on üç tane attık.  Ona üç, buna beş derken, altı maçta otuz beş – kırk tane gol atmışız. Orada Türkiye Futbol Federasyonu yönetim kurulu üyelerinden biri maçları seyrediyormuş. Bizim yöneticiye, ‘Bu takım çok iyi, Birinci Ligde bile iş yapar. Siz İkinci Lige müracaat edin, hemen alalım,’ demiş. Şampiyon olduktan sonra Eskişehir’e geldik. Hemen Eskişehirspor’un kurulmasıyla ilgili çalışmalar başlatıldı. Eski Ticaret Odası’nın lokanta kısmında Eskişehir’in ileri gelenleri toplandı. Kulübün kurulması ne getirir, ne götürür konusu tartışıldı. Orhan Hoca da Akademi Gençlik futbolcularını topladı. ‘Bakın böyle bir takım kurulursa Eskişehir’in ekonomisi gelişir. Yeni oteller, lokantalar yapılır. Turistler gelir, gider. Hamamcısı, simitçisi, çekirdekçisi, köftecisi – hepsi para kazanır. Para kazanınca harcama olur, Eskişehir’in refah düzeyini arttırırız,’ diye konuşup ekonomi teorisini ortaya koydu Orhan Hoca.”

Türkiye yüksek okullar şampiyonu Akademi takımı kaptanı Abdullah Matay'a
Eskişehir bölge müdürü ödül verirken.
“Eskişehir 1965 yılında gerçekten bir kasaba gibiydi. İki tane oteli vardı – bir Büyük Otel, bir de Şale Oteli. Esasında şimdi orduevi olan yer Hilton Oteli olarak yapıldı ama çalışmadı. Sonradan bakın Eskişehir’de kaç tane otel yapıldı, kaç yılda? Elli yılda. Elli yılda Eskişehir’in ekonomisi, Eskişehirspor ile birlikte ileriye gitti. İsabetli bir karar vermiştik. Tabii kurulmasın diyenler de çıktı. Dışa açılmak istemiyorlardı, beceremeyiz diye korkuyorlardı. O sene kurulduk ve İkinci Lige alındık. İki grupta oynanıyordu ve play-off maçları vardı. Sekiz takım play-off’a kaldı. Bizim amacımız buydu zaten. Biraz pişelim, öğrenelim ondan sonra şampiyonluğa oynarız diye düşünüyorduk. Fakat bir baktık, önümüze gelen takımı yeniyoruz.”

İstanbul Mithatpaşa Stadında bataklığı andıran bir zeminde Beyoğluspor'u 3-1 yenerek şampiyonluk yolunda büyük adım
atan Eskişehirspor takımı maçtan sonra. Ayaktakiler: Agop Mehmet, İsmail, başkan Aziz Bolel, Muzaffer, Ayhan,
Mahmut, Nihat, kaleci Hakkı. Oturanlar: Hasan, Fethi, Metin, İlhan.
“İyi futbolcular vardı ve kaliteli oynuyorduk. Nihat’la ikimiz kendi kendimize verkaç diye bir şey uydurduk. O bana veriyor, ben ona veriyorum. Adamlar bakıyor, aralarından geçip golleri atıyoruz. Bize bu verkaçtır diyen olmadı, biz kendimiz icat ettik. Bilmeden modern futbol oynuyoruz yani. Orta sahada Ayhan’ı var, Kamuran’ı var, kısacası muhteşem futbolcular var. Müdafaa taş gibi – İsmail, Hakkı kalede. Hasan, Mahmut, Agop Mehmet, yani takım taş gibi. Herkesi yendik, bir iki mağlubiyetimiz vardı tabii ki. Kurulduğumuz sene Birinci Lige çıktık. Dünyada da iki takım varmış kurulduğu yıl bir üst lige geçen. Bunlardan birisi bizim takım.”

Eskişehirspor'un ilk resmi müsabakası olan 1965-66 sezonundaki Kasımpaşa
maçında Fethi Heper kulüp tarihinin ilk resmi golünü atıyor.
“Birinci lige çıkınca ne yapacağız? Transfer lazım. Cihat Arman geldi antrenör olarak. Sağdan soldan birkaç kişiyi aldılar ama taşıma suyla değirmen dönmedi. İkinci ligde oynarken takımın yüzde sekseni üniversite öğrenicisi ve hepsi Eskişehirliydi. Dışarıdan adamlar geldikçe mertlik bozulmaya başladı. Gerçi biz onları aramızda asimile ettik ama bazen de olmuyor. İşte Trabzonspor’un başarılı dönemlerine bakın, sonra neden başarısız oluyor? Dışarıya açıldığı için. Bir yerde yaşayan insanlardan oluşan takım, mağlup olduğu veya berabere kaldığı zaman utanıyor. Biz Köprübaşı’na çıkamazdık berabere kaldığımız zaman. İkinci ligdeyken Ankara’da Toprakspor ile 0-0 berabere kaldık. On beş gün taraftar bize küstü. Ondan sonra yenilmeyi öğrendiler. Ondan sonra Türkiye’nin en modern seyircisi oldular. Bazı bozguncular yok mu var, ama genelde Eskişehir seyircisi çok kalitelidir.”

İkinci Lig şampiyonu Eskişehirspor. Ayaktakiler: Abdullah Matay, Hakkı, Fethi, Nihat, Aziz Bolel, Mahmut, Metin,
Agop Mehmet, Aydın Begiter, Nafiz Yazıcıoğlu. Oturanlar: Kamuran, İsmail, Hasan, Ayhan, Muzaffer, ? .
“Birinci Ligde Cihat Arman bize isteneni veremedi. Altmışıncı dakikada kondisyon bitiyordu. Saha etrafında iki tur koşardık. Biraz kültür-fizik, ondan sonra çift kale. Biz Akademi Gençlik ve ikinci lig zamanında Abdullah Matay ile çalıştık. O antrenör değildi ama Fenerbahçe ve Beykoz’da oynamış, orada gördüklerini bize aktarıyordu. İçkisi olmasaydı Türkiye’nin en iyi teknik direktörü olurdu. Muhteşem bir insandı. Hem insanları kaynaştırmayı çok iyi biliyordu, hem antrene etmeyi çok iyi biliyordu. Biz onun antrenmanlarına alışmışken iki tur koşup çift kale yapmak bizi tatmin etmedi. O sene sekizinci olduk.”

Finlandiya'nın Mikkeli takımıyla yapılan Fuar Şehirleri
Kupası maçında attığı dört golden biri.
“Ertesi sene Gegiç geldi ve modern futbolu başlattı. Sezonu dokuzuncu olarak bitirdik. Fakat ertesi yıldan başlayarak 1969’dan 1972’ye kadar şampiyonluğu hep bir iki puanla kaybettik. Türkiye’nin en modern futbol oynayan ekibi haline geldik. Bazen ben sol açığa gider, durup seyrederdim maçı. Bu kadar keyif verici bir futbol oynanırdı. Bir ara Beşiktaş yalan söylemeyeyim, İstanbul’da sekiz-on dakika ayağımızdan top alamamış, o kadar güzel bir paslaşma. Bunlar tamamen Gegiç’in eseriydi. Adam futbol aşığıydı. Yalova Termal’de bir ay kamp yapardık. Orada çalışırdık. Yola çıkacaktık, hanımı geldi. Çocuğu Anadol yeni doğmuştu. Böbreklerinde bir problem varmış, kan işiyor. Ankara’ya gitmesi lazım. Hocaya gitmesini söyledim tercüman aracılığıyla. ‘Ben takımı götürürüm, sen yarın gel,’ dedim. Hanımını bir idareciyle beraber Ankara’ya gönderdi, bindi otobüse bizimle geldi. Neden öyle yaptığını sorduğumda, ‘Bu benim görev,’ dedi. Sabah sekizde girerdi sahaya, akşam altıya kadar kalırdı. Güneş batmasa neredeyse sabaha kadar kalacak. Derdi hep bir şeyler öğretmekti. Kâğıtlara yazar, ödev olarak verirdi. Akşam oturur okuruz. Ertesi gün sahaya gideriz, kara tahtada tekrar anlatır. Sahaya çıkarız, uygulama yaparız. Böyle öğrendik futbolu. Futbolcuların büyük bir kısmının akademi öğrencisi olması çok büyük bir avantajdı tabii, bir kerede öğreniyorduk ne yapmamız gerektiğini.”

Gegiç ve talebeleri idmanda.
“Şöhret olmak çok kolaydır, herkes şöhret olabilir ama zirvede kalmak zordur. Bazıları düşüverir aşağıya. Biz gece 12 oldu mu yatardık. Eskişehir’de gidilebilecek bir yer yoktu zaten. İstanbul’a geldiğimizde de bir iki çok kaliteli gece kulübü vardı Cumhuriyet veya Maksim gazinosu gibi; Emel Sayın veya Zeki Müren’in programı oldu mu gidip onları izlerdik. İstanbul’a geldiğimiz zaman Mecidiyeköy’de, Ali Sami Yen Stadı karşısındaki King Otel’de kalırdık. Çok güzel, kaliteli bir oteldi. Bazen de Caddebostan’da caminin yanından sahile inen yolda, butik bir otel vardı, orada kalırdık. Orayı daha sonra Gazanfer Bilge almıştı. O zamanlar oraları çok güzeldi. Gegiç sinemayı çok severdi. Sabahtan akşama kadar film izlerdik. Bazen akşamları karşıya tiyatroya giderdik. Mesela bir Galatasaray maçından önce Beyoğlu’na gittik. Şimdi adını hatırlamadığım bir tiyatroda, ‘Astronot Niyazi’ oyununu seyretmiştik. Saat bire kadar güldük. Ertesi gün Galatasaray’la maç yaptık, muhteşem bir futbol oynadık ve kazandık.”

1971'de Galatasaray'ı 3-2 yenerek kazanılan
Cumhurbaşkanlığı Kupası.
Fethi Hoca’ya 1968-69 sezonunda İstanbul’da Galatasaray’la 2-2 berabere kaldıkları maçı hatırlatıyoruz. Zira herkes o maçın kırılma noktası olduğunu, kazanılmış olsa Eskişehirspor’un o sezonu şampiyon bitireceğini düşünüyor:

“Bir maçla şampiyonluk kaçmaz. Ama o maçı alsaydık belki bir dönüm noktası olabilirdi. Belki o zaman sonuna kadar götürürdük. Birinci devre 2-0 öndeydik. İkinci devre Avusturyalı hakem aleyhimize anlaşılmaz bir penaltı verdi. Yenebilirdik yine de. Son dakikalarda bizim sol iç Burhan İpek kaleci Nihat ile karşı karşıya kaldı. Top ayaklarına çarptı, dışarı gitti. Golü atsa 3-2 bitecekti maç. Sonra Ankara’da Şekerspor ile 1-1 berabere kaldık. 90. dakikada Güngör frikikten bir gol attı. O zaman altı yedi tane takımın başında eski Galatasaraylı futbolcu vardı. Bu takımlar bize karşı daha hırslı oynuyorlardı. Yani Bizans’a karşı kavga verdik ama kaybettik. Fakat Anadolu’nun bağrından çıkıp kendi yağıyla kavrulan bir takımdık.”

Fuar Şehirleri Kupasında İspanya'da Sevilla ile
oynanan ilk maçtan önce.
Fethi Heper’in Eskişehirspor’da oynadığı yıllarda en unutulmaz olaylardan biri Sevilla ile yapılan maçtı. Fuar Şehirleri Kupası turnuvasında İspanya’da oynanan maçı ev sahibi 1-0 kazanmış, rövanş maçında da 79. dakikada attığı golle 1-0 öne geçmişti. Kısacası ümitler tamamen tükenmiş görünüyordu. Gerisini Fethi Heper’in kaleminden okuyalım: “Bütün hayallerimiz yıkılmıştı. Maçı kazanmamız için üç gol atmamız gerekiyordu. 81. dakikada bir pozisyon doğdu ve ilk golümüzü attım. Yanıma hiç kimse gelip tebrik etmedi.  Zaten seyirciler de yavaş yavaş stadı terk ediyorlardı. 87. dakikada 25 metre uzaktan nefis bir şutla ikinci golümüzü de attım. İsmail yanıma yaklaştı, ‘Kaptan keşke bu golü biraz daha erken atsaydın. Şimdi hiç zamanımız kalmadı,’ dedi. Gerçekten üç dakika kalmıştı ve biz gol yemeden bir gol daha atmak zorundaydık. Ancak bir mucize gerekiyordu. 90. dakikada İlhan sağdan kayarak nefis bir orta yaptı ve yine ben kafa ile üçüncü golümüzü Sevilla ağlarına gönderdim. Büyük bir mucize gerçekleşmiş ve İspanyolların dev takımı Sevilla’yı birinci turda elemiştik.” (Top Bir Dünyadır, sayfa 28)

                                                                                      (Hürriyet)


Fethi Heper 1974’te futbolu bıraktıktan sonra kendini tamamen akademik kariyerine verdi. 1967’de mezun olduğu EİTİA’da asistan olarak göreve başladı. 1981’de doçent, 1988’de profesör oldu. Futbol Federasyonunda ilk kez birinci Haluk Ulusoy döneminde görev aldıktan sonra 2012’de işbaşına gelen federasyonda bir kez daha yönetim kurulu üyeliğine seçildi. Halen bu görevini sürdürüyor.

   


Ünver Şeren albümündeki fotoğrafları paylaşan Hasan Hüseyin Çakın'a teşekkür ederim.

17 Ocak 2015 Cumartesi

Sümer Çulha - Hem Karşıyaka'da Hem Göztepe'de Oynadı

1950’lı yıllarda Aydın vilayetinde bir futbolcu patlaması yaşandığı anlaşılıyor. Memleketin havasından mı suyundan mı, yoksa iş bilen bir hocanın keşfetmesi sayesinde mi bilinmez, bu yetenekli futbolcu kuşağı önce İzmir takımlarına dağılmış. Bunların bir kısmı orada fazla kalmayıp İstanbul’un büyük kulüplerine transfer olmuş. Sümer Çulha İzmir’e gelip kalanlardan. Futbol hayatı bugün aralarında büyük bir rekabet yaşanan iki İzmir kulübünde geçmiş. Artık yılın büyük bir bölümünü Burhaniye’de geçiren Sümer Çulha ile Karşıyaka kulübünde futbolculuk günlerini konuştuk.



“21 Aralık 1936 doğumluyum. Aydın Söke’de doğdum. Babam tam on dokuz sene askerlik yapmış. Yemen, Bağdat, Trablusgarp, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı bütün cephelerde bulunmuş. Bütün harpler bitip eve döndüğü zaman babaannem tanımamış onu. Annem İzmir Bornovalıydı. Babam önceleri manifatura tüccarlığı yaparmış. Daha önce Paris’ten vagonlarla mal gelirmiş. Sonra 1930’da dünyada büyük ekonomik kriz çıkınca Söke’de bir dükkâna kalmış sadece. Beş vakit namaz kılardı ama açık fikirli, sosyal bir insandı. O yüzden top oynamama karışmazdı.”


“İlkokul ve ortaokulu Söke’de okudum. O tarihlerde Söke’de lise olmadığı için Aydın Lisesine gittim. Lisede futbol oynarken 1951-52 yıllarında Aydın karmasına seçildim. Kaya (Köstepen), Güven (Önüt), Doğan (Akı), Aykut (Akkor) hep beraber İzmir’e geldik. Ben evvela Altay’a gelmiştim. Turgutlulu Gönen’le birlikte idmanlara çıkıyorduk. Altay’da oynayan Coşkun Dağlıoğlu, Koç Mustafa da Aydın’dan gelmişti. Biz Aydın karması olarak on dört kişi olduğu gibi İzmir’e transfer olduk. Altay’da özel maçlarda oynadık. Transfer ayı gelince bir anlaşmazlık oldu, Gönen Altay’da kaldı, ben 1954’te Karşıyaka’ya transfer oldum. Aynı zamanda Karşıyaka’da özel akşam lisesinde okumaya devam ettim. Takımda şimdi olduğu gibi her sezon beş on kişi değişmezdi. İki üç oyuncu girerdi her sene yeni olarak. Takım başarısı da öyle gelirdi. Ben Karşıyaka’ya geldiğimde uzun süre kenarda bekledim.”


"Aydın’dan ilk geldiğimiz zaman Kaya ve Doğan geri döndüler. İzmirsporlu Aykut da geri döndü, ben kaldım. Takımlardaki eski oyuncular dışarıdan gelenlere pek arkadaşça davranmazlardı. Profesyonellik yeni başlamıştı ama hâlâ amatörce bir hava vardı. Eskilerle kaynaşmak zordu. Benim gittiğim lise vardı da o sayede kaldım. Gönen de daha yakından geliyordu. Bana primler hariç 250 lira maaş, 2.500 lira da peşin para vermişti Karşıyaka kulübü. O zaman bir yüzbaşının maaşı 200 liraydı. Bunu kıyasladığımız zaman iyi bir paraydı. O sıralarda genç milli takım aday kadrosuna çağırılmıştım. Önce Ankara’da sonra İstanbul’da kampa girdik. Sonra Kaya, ben, Doğan çıkarıldık. Puşkaş Ergun’la Metin gitti milli takıma.”
“Ben Karşıyaka’ya geldiğim zaman kalede Petrica ve Hamamcı Mehmet vardı. Gazcı Erol, Küçük Erol, kaleci Akın, Ogün, Bulut gibi isimler oynuyordu Karşıyaka’da. İlk sağ açık olarak başladım. Sağ iç de oynuyordum. Balaşist isimli bir Macar antrenörümüz oldu. O beni orta sahaya aldı. Bu antrenör Torino’yu dünya şampiyonu yapmıştı. Korkunç bilgili bir insandı. Bize 1957’de gelmişti. Ertesi sene İzmir mahalli liginde şampiyon yapıp Milli Lige soktu. 1958 yılında İzmir’in en sevilen futbolcusu seçilmiştim.”

1958-59'da İzmir profesyonel liginin son şampiyonluğunu kazanan Karşıyaka takımı:
Rafet, Akın, Yılmaz, Bulut, Sümer, Özgen, K. Erol, Özcan, Ogün, Oktay, Nevzat.
                                                      
“Balaşist antrenörken Ankara’da Hacettepe’yle oynadık, yendik. Ertesi gün Gençlerbirliği maçı vardı. Ben 41 derece ateşle yatıyordum. Aşağıda takım sayılıyor, benim oynamam mümkün değil. Takım stada on üç kişi gitmeye karar vermiş. Yedek olarak bir kaleci, bir de oyuncu var. On dördüncü adam yok. Antrenör takımı saymış, Özgen ‘ben hazır değilim, oynayamam demiş’. Balaşist tekrar yanıma geldi, ‘Sümer seni oynatacağım’ dedi. ‘Benim için sahaya çık, hiçbir şey istemiyorum senden, orada dur sadece,’ dedi. Bir terledim, açıldım maç saatine kadar. Sağ iç oynamıştım o maçta. Küçük Erol bir orta yaptı. İki kişi havada çarpıştı. Ben boş kaleye golü attım. O maçı 1-0 kazandık. Hayatımda o kadar kolay gol atmamıştım. Haftanın en iyi futbolcusu seçilip haftanın karmasına girmiştim.”

“Fener’in en hızlı olduğu zamanlarda burada maç yapacaktık. O zamanlar hemen sahaya çıkıp ısınamıyordun. Alsancak Stadında kenarda bir ısınma yeri vardı. Ogün bizden evvel çıkmış, ısınıyormuş. Tabelacı çocuğa bizim KSK’yı üste koyacaksın demiş. Çocuk da hayır olmaz demiş. Çocukla o yüzden kavga etmiş. İçeri geldi, çok öfkeliydi. Gittim tabelacı çocukla konuştum, KSK ismini üste koydurmaya ikna ettim. Ogün öfkesinden içeride ağlıyordu. Sonunda o maçı aldık. Can filan vardı Fener’de. O da unutamadığım olaylardan biridir.”

1958'de oynanan bir Karşıyaka-Altay maçı.
“İzmir’de çok iyi futbolcular vardı. Bayram Abiler, Tarık Abiler, Orçi Mustafa’lar unutulacak insanlar değil. Hele bizden evvel bir nesil var, Sait Altınordu, Fuat Göztepe, Karşıyaka’dan Galatasaray’a giden Laplap Lütfüler. Ödemişli Sabahattin, Demirspor’da oynamıştı. Türkiye’ye gelmiş geçmiş en iyi futbolculardandı. İzmir futbolunun en büyüklerindendir. Santrhaf oynardı ama böyle futbolcu ben görmedim. Nereye koyarsan oynardı. Metin’in en iyi zamanlarında boyu 1.78 olmasına rağmen Metin’e top vurdurmazdı. Metin iki hamlede topa kafa vururdu. Önce havaya sıçrar, sonra kafa vururdu. Sabahattin onun başından top alırdı, çok akıllı futbolcuydu. Demirspor’dan Karşıyaka’ya geldi, biz lig şampiyonu olduk. Ben Göztepe’ye gittim o 1960’ta futbolu bıraktı. Baba Rafet de büyük futbolcuydu, Fenerbahçe’de oynadı. Oradan geldi. Aslında Eskişehirlidir. Basri ile birlikte Fener’e gitmişti. Tarık Gençay, Bayram Dinsel, Göztepeli Emin, bir de Sabahattin, bu dördü İzmir’in en büyük futbolcularıydı. Sonra bizim kuşak geldi.”

“Karşıyaka’ya Balaşist’ten sonra Adnan (Süvari) Abi geldi. O daha sonra Göztepe’ye geçince beni de oraya aldı. O zaman İzmir’de en büyük parayı aldım. O zamanlar Kadri Aytaç 55 bine Karagümrük’e gitmişti. Bana 45 bin lira verildi. Transfere iki üç gün kala bir arabayla beni alıp bir yere götürmüşlerdi. Ben yarı paraya Karşıyaka’da kalmak istedim ama Selçuk (Yaşar) Abi o parayı veremeyiz dedi. Ogün de aynı şekilde gitti. Zeki de İzmirspor’a aynı sebeplerle gitti. Karşıyaka kendi evlatlarına sahip çıkamadı. Hatta Adnan Süvari Ogün’ü, Bulut’u, Küçük Erol’u da almak için benden yardım istedi. Bu takımı yaparsam değil İzmir’in, Türkiye’nin en iyi takımı olur demişti. ‘Adnan Abi ben Karşıyaka’da otururken böyle bir şey yapamam,’ dedim. Ben Göztepe’de futbol oynarken nişan yemeğimi burada yapmıştım. Şimdi ikisi düşman gibi.”


“Şu resmi bilhassa getirdim.1963 yılına ait. Bu benim nişanım. Bu avukat Riyaz Kayıhan (Ümit Kayıhan’ın babası). Altınordu’da yöneticilik yapmıştı. O zamanki dostluklara bak. Maç biterdi, kardeş gibi sahadan çıkardık. Sahada mücadele ederdik ama kavga etmezdik. Çirkin tezahürat çok ender olurdu ve yapanı sustururlardı.”

“Göztepe’de oynamaya başladığım sırada Bahri Galatasaray’a gidince kulübe 90 bin lira gelmişti. Yönetici Saffet Kuyaş o parayla üç dört oyuncu aldı. Çağlayan geldi, Talat amatör olarak geldi mesela. Göztepe’deyken İstanbul’da bir Galatasaray maçına çıkmıştık. Yenerlerse şampiyon olacaklardı, puan kaybederlerse Fenerbahçe şampiyon oluyordu. Bütün tribünler gelin gibi süslenmişti. Saha kenarına portatif tribünler kurulmuştu. Tacı zor atıyorduk. Galatasaray’da Kadri, Turgay, Metin, Suat yani çok kuvvetli bir kadro vardı. 2-1 kazandık o maçı. Göztepe’de unutamadığım bir maç daha var. Yanılmıyorsam 1965’te İzmir’de bir Ankaragücü maçı oynamıştık. Topa orta yapmak için vurmuştum, top gitti doksana takıldı. Ertesi gün gazetede ‘Sümer topu iğneyi iplikten geçirir gibi köşeye bırakıverdi,” diye yazmıştı.”

Göztepe on biri. Ayaktakiler: Erdoğan, Cahit, Ayhan, Nevzat,
Gürsel, Önder. Oturanlar: Hakkı, Tuncer, Sedat, Sümer, Güler.

“Benim oynadığım Karşıyaka da, Göztepe de çok iyi takımlardı. Eskiden idmana çıktığımız zaman önce topla biraz oynardık. Sonra antrenör gelince ısınma hareketleri yapılırdı. Genç takımla idman maçı yapacaktık. Kaleci Ali o zaman genç takımda sol açık, Halil de kaleci oynuyormuş. Biz maçtan önce kaleye şut çekiyorduk. Kaleye de Ali geçmişti. O sırada bizim kalecimiz Erdoğan sakatlanmıştı, bir tek Burhan kalmıştı. Adnan Abi’ye bu çocukla bir ilgilensene dedik. O şekilde A takımı kadrosuna aldık. Seracettin o sene Lefter’le kavga edip Fenerbahçe’den bize gelmişti. O sıralarda İstanbul’da Fenerbahçe’yle maçımız vardı. O maçta Ali oynadı. İki üç tane topa uzandı, bir anormal kurtarış yaptı. Maç 0-0 bitti. Bütün gazeteler Ali’den bahsetmişti. Nur içinde yatsın Adnan Abi çok beyefendi bir insandı. Dört beş lisan bilirdi. Konuştuğu zaman bir profesör ders verir gibi dinlerdik. Türkiye’de futbolu en iyi oynatan kişidir. Balaşist bize futbolun nasıl oynanacağını öğretmişti, Adnan Abi de nasıl iyi oynanacağını öğretti. Ben rakibe göre tedbir almayayım, rakip beni düşünsün zihniyetine sahipti.”

İstanbul'da oynanan bir Galatasaray-Göztepe maçı. Kaleci Ali'nin ilk
zamanları. Sümer'in arkasında Bahri ve geride Uğur görülüyor.

“1960-65 arası Göztepe’de oynadım. Ayrılırken yerime Küçük Mehmet’i zorla aldırdım, Adnan Abi’ye adeta yalvardım. Benim Karşıyaka’da kayınpederimden devraldığım işim vardı, onun başına dönmek mecburiyetindeydim. 1965-70 arası tekrar Karşıyaka’da oynadım. Sporculuk hayatımda en çok üzüldüğüm olaylardan biri, Karşıyaka’ya döndüğüm zaman İstanbulspor’un düşüşüydü. Aydemir, Kasapoğlu, İhsan gibi isimler Türk futboluna büyük hizmeti olan oyunculardı. Türkiye’de futbolu güzelleştiren birkaç takım vardı Göztepe, Gençlerbirliği gibi. İstanbulspor da bu takımlardan biriydi. Bizimle oynadıkları maçta düştüler. O gün takım kaptanıydım. Üzüle üzüle oynadık o maçı.”

“Unutamayacağım bir gece maçı var. Türkiye’de oynanan ilk gece maçı diyebiliriz. 19 Mayıs Stadında Şekerspor-Göztepe maçı oynandı. Stat güya ışıklandırılmış ama projektörler tribünlere karşılıklı dizilmiş, sahayı değil de havayı aydınlatıyor. Topa vuruyorsun, biraz ileri gitti mi göremiyorsun. Yağmurlu bir havaydı. Top görünmüyor. Biraz sonra hakem oyunu durdurdu. Soyunma odasına gidip yarım saat bekledik. Sonra çıktık sahaya, topu fosforla boyamışlardı. O şartlarda top oynadık. Oyuncu değiştirme yoktu. Ben Göztepe’deyken bir Demirspor maçında son on dakika kaleye geçmiştim. Karşıyaka’da kaleci hariç oynamadığım yer kalmadı. Ogün mesela Karşıyaka’da oynarken ayağı kırılmıştı. Sol açığa geç dediler. O kırık ayakla maçı tamamladı. Şimdiki futbolcular cennette yaşıyorlar. Sakatlandığımız zaman ya İstanbul’a masör Yorgo’ya giderdik, ya da kaplıcalara. Yorgo sıcak parafinle tedavi yapardı. Bir de ayakkabı meselesi vardı. Ayakkabıları biz futbolcular kendimiz yaptırırdık. Ayakkabı için Dinyakos’a sipariş verirdik ama parayı altı ay evvelden verirdik.”

Seksenli yıllarda iş yerinde.

“Profesyoneldik ama amatör ruhla oynardık. Formamızı ıslatırdık. Bugün bakıyorsun, atıyor kendini yere, bir daha kalkmaz bu adam diyorsun. Karşıyaka’ya geldik, Karşıyakalıdan çok Karşıyakalı olduk. Biz spor ahlakını kulüplerimizden aldık. Hiçbir zaman kulübümüzü satmadık. Paramızı aldık veya alamadık, çıktık oynadık. Göztepe’deyken mesela Galatasaray’ı İstanbul’da yenip şampiyonluktan edince 50 lira pirim aldık, buraya gelince 100 liraya çıktı o pirim. Nadi Gözen diye cildiye doktoru bir kafile başkanımız vardı, cebinden 700 lirayı bize dağıttı pirim olarak. Yani o zaman kulüplerin halinin düşünün, kulüp doğru dürüst pirim veremiyordu ama biz formamız için oynamayı seviyorduk.”


Sümer Çulha 1970’te futbolu bıraktıktan sonra kayınpederinin işini devraldığı için faal olarak futbolla ilgilenememiş. Bütün Karşıyakalıların iyi bildiği tarihi Ömerağa mandırasını şarküteri çizgisine çekmiş. Birkaç yıl önce işleri oğullarına devreden Sümer Çulha yılın büyük bir kısmını Burhaniye’deki yazlığında, kış aylarını Karşıyaka’da geçiriyor. Hemen her gün Karşıyaka kulübüne giderek eski arkadaşlarıyla görüşüyor.